İttihad ve Terakki Fırkası'nın iktidarda olduğu yıllarda güçlenen Türkçülük akımı, Cumhuriyet yıllarında gerek İslami söyleminden, gerekse çokkültürlü Osmanlı geleneğinden tamamen arındı. O yıllarda yeni bir boyut kazanan Batılılaş(tır)ma süreci doğrultusunda resmi ideolojinin 'milliyetçilik' ilkesine şekil veren Türkçülük düşüncesi, 20. yüzyıl Türk siyasi hayatını derinden etkileyecekti.
Herşeyden önce belirtmek gerekir ki, Cumhuriyet dönemi Türkçülük düşüncesi, ya da altı ok çerçevesinde tanımlandığı şekliyle '****** Milliyetçiliği', (her ne kadar salt ırk bazlı değerleri sıklıkla yüceltmiş olsa da) Nazi Almanyasında örnekleri görülen türden ırki bir sınıflandırmaya gidebileceğinin imasında dahi bulunmadı. Yapılan, ülkenin her vatandaşını 'Türk' olarak tanımlamak ve herkesten 'Türk' olmasını beklemekti. Buna itiraz edilmediği müddetçe de kişinin herhangi bir hak ihlaline uğraması (bir tehdit olarak algılanan gayrimüslim kesim haricinde) pek muhtemel değildi. Ancak, kendisini Osmanlı kabul etmekle birlikte ırki ya da kültürel anlamda yüzyıllardır 'Türkten başka bir şey' olduğunu düşünmüş olan kimi insanların 'Ben Türk değilim' demeleri durumunda ne yapılacağı konusu bu noktada önem kazanıyordu.
Bu konuda rejimin göstereceği reaksiyonda, resmi ideolojinin önemli bir ayağı olan milliyetçiliğin yapısı belirleyici olduğu için, öncelikle milliyetçiliğin nasıl tanımlandığına, ırkçılık olarak nitelendirilmeye müsait yönleri olup olmadığına dikkat etmek gerekli.
Cumhuriyet Döneminde Milliyetçilik Anlayışının Yapısı
Cumhuriyet dönemindeki milliyetçilik anlayışının yapısını doğru bir şekilde tespit edebilmek için, öncelikle o dönemin ders kitaplarında yeni nesillere milliyetçilik kapsamında ne gibi değerler aktarıldığına dikkat etmek gerekli.
Tek Parti Dönemi'nde yayınlanan ders kitaplara baktığımızda, 'ulus' ya da 'millet' tanımı yapılırken 'ırk' ve 'dil' kavramlarına ısrarla vurguda bulunulduğunu görüyoruz. Dahası, bu vurgu, Tek Parti Dönemi'nin tamamında, 1920, 30 ve 40'lar boyunca aynı tutarlılıkla devam ediyor. 1940'lara yaklaşıldığında, 'ırk' yerine 'kan' kelimesinin de sıklıkla kullanıldığına şahit oluyoruz:
1927 yılında yayınlanan Yurt Bilgisi kitabından:
Bizim milletimiz, 'Türk milleti'dir. Aynı soydan gelen, aynı lisanı konuşan, aynı adetlere tabi olan insan kümelerine 'millet' denir.1
1939 yılında yayınlanan Yurt Bilgisi kitabından:
Ulus (Millet). – Irk, dil, düşünüş ve duyuş (ideal) birliğile birbirlerine bağlı bulunan yurtdaşların kurdukları sosyal bir topluluk ve varlıktır.
Büyük Türk milleti, bu tarife en uygun millettir. Türk uluslarını birbirlerine bağlıyan ırk, düşünüş ve duyuş, Türklüğe mahsus ahlak, moral ve yaradılış, başka uluslarda az bulunur.2
Yine 1939 yılında yayınlanan bir Yurt Bilgisi kitabından:
Türk Yurdu üzerinde yaşayan, Türk diliyle konuşan ve Türk kanını taşıyan insanların birliğine TÜRK MİLLETİ denir.3
1945 yılında yayınlanan Türk Ahlakının İlkeleri kitabından:
Bütün Türkleri bütün yüreğimle seveceğim. Çünkü hepimiz aynı kanı taşıyoruz, hepimiz aynı güzel toprakta yaşıyoruz. Aynı dili konuşuyoruz.4
Ulus/Millet tanımı yapılırken ırk, dil ve kan vurgusunun her zaman ilk sırada yer alması ve bu üç öğe dışında hemen hiçbir ortak paydaya değinilmemesi, Türkiye'nin milletçilikten milliyetçiliğe geçişi adına oldukça problemli bir duruma işaret ediyor. Dikkati çeken bir diğer durum da, bu üç öğenin her zaman 've' bağlacıyla birbirlerinden ayrılmış olmaları. Bir milletin üyesi olabilme adına, dil, ırk/kan ve vatan birliği koşullarının aynı anda gerçeklenmesi gerektiği anlamını doğuran bu kullanım, farklı bir dili konuşan ya da farklı ırka mensup olan her vatandaşı doğrudan dışlıyor.
Ders kitaplarında, farklı konuların da ırka vurguda bulunularak değerlendiriliyor olması, hatta hemen her konunun Türklerin eşsizliği etrafında kurgulanması da, yeni nesle bir tür 'üstün ırk' düşüncesinin telkin edilmekte olduğuna işaret ediyor. Beyaz ırkın Orta Asya'da Türklerden türediğini, Sümerler başta olmak üzere Mezopotamya medeniyetini inşa eden belli başlı ırkların Türk olduklarını, dolayısıyla da tüm beyaz ırkların ve tüm medeniyetlerin çıkış noktasının Türkler olduğu yönündeki, Türk Tarih Tezi'nde ifadesini bulan kurgunun izlerine de ders kitaplarında rastlamak mümkün:
Orta Asya'dan sel gibi akıp yayılmış olan Türk milleti, dünyanın dört bucağına medeniyet ışığını ilk ulaştıran millettir. Mağara kovuklarına sığınan insanlara, evlerde barınmağı Türkler öğretti. Yüzlerce yıl evvel Türkün yaptığı eşsiz yapılara bugün bütün dünya şaşkın şaşkın bakıyor. Bütün dünya, kumaş dokumasını, hayvan yetiştirmesini Türkten öğrendi.
Binlerce yıldan beri kuvvetimiz ve kılıcımız önünde boyun eğen insanlığa; ata binmeği, kılıç kuşanmağı öğreten gene Türktür.5
Metnin sonunda medeniyetin kaba kuvvetle ilişkilendirilerek sunulması ve boyun eğdirmekten bir meziyetmişçesine söz edilmesi de, dönemin yöneticilerinin medeniyet algısının savaşçı ve militarist bir ruhla şekillendiğini gösteriyor.
Devlet Adamlarının Beyanlarında Milliyetçilik
Vatandaşlarımız içinde belli bir kesimi diğerlerinden dışlayan 'resmi' ifadeler sadece ders kitaplarında mevcut değil. Zira döneme damgasını vuran devlet adamlarının ifadelerinin, dışlayıcılık konusunda ders kitaplarından çok daha ileri gittiklerini görüyoruz.
İsmet İnönü, Başbakanlık görevinde bulunduğu 1925 yılında, '[V]azifemiz bu vatan içinde bulunanları behemehal Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız.'6 şeklinde ifadeler sarf etmekte bir mahzur görmüyor.
CHP ideologlarından Mahmut Esat Bozkurt ise, Adalet(!) Bakanı olduğu 17 Eylül 1930 tarihinde Ödemiş'te halka hitaben şunları söylüyor:
'Cumhuriyet Halk Fırkasındayım. Çünkü bu fırka bugüne kadar yaptıkları ile, esasen efendi olan Türk Milletine mevkiini iade etti. Benim fikrim ve kanaatim şudur ki, dost da düşman da bilsin ki, bu memleketin efendisi Türk'tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır. Dünyanın en hür memleketindeyiz. Bunun adına Türkiye diyorlar.'7 (vurgu eklendi)
Mustafa Kemal'in 16 Mart 1923 tarihinde Adana'da şehir esnafıyla konuşurken Ermeni vatandaşlarımız hakkında söyledikleri de bu noktada son derece önemli:
'Arkadaşımız beyanlarında demişler ki, Adanamıza müstevli olan anasır-ı saire [diğer unsurlar], şunlar, bunlar, Ermeniler sanat ocaklarımızı işgal etmişler ve bu memleketin sahibi gibi bir vaziyet almışlardır. Şüphesiz haksızlık ve küstahlığın bundan fazlası olamaz. Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleketiniz sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türktü, o halde Türktür ve ebediyen Türk yaşıyacaktır.'8 (vurgu eklendi)
Mustafa Kemal, bu ifadelerinin ardından, Anadolu'nun tarihin ilk dönemlerinde Türklere ait olduğunu, Türklerin o dönemde İranlılara yenilmelerinin ardından Anadolu'nun çok kez el değiştirdiğini, ancak Türklerin aradan asırlar geçtikten sonra Orta Asya'dan tekrar Anadolu'ya gelmeleriyle birlikte memleketin eski ve asıl hayatına döndüğünü ifade ediyor ve ekliyor:
'Memleket en nihayet yine sahibi aslilerinin elinde takarrür etti [karar kıldı]. Ermeniler vesairenin burada hiçbir hakkı yoktur. Bu bereketli yerler koyu ve öz Türk memleketidir.'9
Mustafa Kemal'in tarihin ilk dönemine ilişkin verdiği bilgilerin bilimsel verilerle desteklenmediği yönündeki itirazlar mahfuz olmakla birlikte, Adana'da Ermeni sanatkarlarla ilgili olarak dile getirilen bu şikayeti, o yörenin Ermeni iş sahiplerinden 'temizlenmesi' yönünde bir talep olarak değerlendirmek de (ne yazık ki) mümkün. Dahası, 1942 yılındaki 'Varlık Vergisi' uygulamasının da, gayrimüslim vatandaşın malını ganimet gören bu yaklaşımın bir sonucu olduğu söylenebilir.
Bütün bunların dışında, tıpkı ders kitaplarında olduğu gibi, devlet adamlarının farklı konulardaki ifadelerinin de, üstün Türk ırkı düşüncesiyle şekillendiği söylenebilir.
1932 yılında Keriman Halis'in dünya güzeli seçilmesinin ardından Mustafa Kemal'in, Halis'in güzelliğini Türk ırkına mensup olmasıyla ilişkilendiren sözleri bu duruma iyi bir örnek olabilir:
Bu güzel Türk kızımız ırkının kendi mevcudiyetinde tabii olarak tecelli ettirdiği güzelliğini dünyaya, dünya hakemlerinin tasdikiyle tanıttırmış olmakla elbette kendini memnun ve bahtiyar addetmekte haklıdır. ... Türk ırkının dünyanın en güzel ırkı olduğunu tarihi olarak bildiğim için, Türk kızlarından birinin dünya güzeli intihap olunmuş [seçilmiş] olmasını, çok tabii buldum.10
Cumhuriyet Döneminde Frenoloji
Resmi ideolojinin ırk konusundaki takıntısı, insan kafatasının şekli ile zeka arasındaki ilişkiyi inceleyen frenoloji alanında çok ciddi boyutta uğraşlar verilmesine neden oldu. Bugün itibariyle hiçbir bilimsel anlam ifade etmediği bilinen frenoloji (kafatası bilimi), 1930'lu yıllarda Türk Tarih Kurumu'nun ana ilgi alanı durumundaydı.
Antropolog Afet İnan, 1931 yılında, Mustafa Kemal'in de teşvikiyle, 'Türk Halkının ve Türk Tarihinin Antropolojik Karakteri Üzerine' başlıklı bir doktora çalışması çerçevesinde, 'Sağlık Bakanlığı'nın yardımıyla Anadolu'daki 64.000 kadın ve erkek iskelet kalıntısı üzerinde çalışma yaptı.'11 Afet İnan, 1935 yılında Türk Tarih Kurumu asbaşkanı olduğu dönemde benzeri bir araştırma kapsamında Mimar Sinan'ın türbesini de açtırdı ve Sinan'ın kafatası (Türk olup olmadığının belirlenmesi amacıyla) ölçülmek üzere Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'ne gönderildi. (Mimar Sinan'ın kafatası kaybedilmiş ve yerine konmamıştır.)
Bu denli ciddiye alınan kafatası konusunda, Cumhuriyet öğretmenlerinin eseri olan yeni nesil de elbette okullarda eğitiliyordu. 1939 tarihinde yayınlanan Yurt Bilgisi ders kitabında frenoloji konusunda şu bilgiler veriliyor:
'İnsanları hareket ettiren; düşündüren, söyleten akıl ve zekanın merkezi, kaynağı olan (Dimağ-Beyin) kafatası içindedir. Onun biçimile ilgilidir. Geniş kafalı olanların dimağı, beyni daha geniş olur, ve daha akıllı ve zekalı olurlar. Türk ırkı Brakisefal'dir.
Dünya üzerinde büyük bir tarih ve medeniyet yaratmış ve yaşatmış olan Türk ırkı benliğini en ziyade korumuş bir oruktur. Türkler, tarihten önceki ve sonraki zamanlarda, yayıldıkları, göçtükleri geniş ülkelerde rastgeldikleri ve yurtlarına komşu oldukları ırklarla karışmak mecburiyetinde kalmışlardır. Fakat bu karışmalar Türk ırkının kendine mahsus benliğini, vasfını kaybettirmemiştir. Ancak uzun zamanlar çokluk olan ırkların arasına karıştıkları vakit -bazı yerlerde- o ırkların içinde adlarını sanlarını, ve dillerini unutmuşlardır. Türk oruğu bu suretle karıştığı ırkları yükseltmiş ve ileriletmiştir. Büyük Türk ırkı, kendine mahsus ad ve sanile, ve ortaklaşa (müşterek) dili, kültürü, tarihi, anı (hatıra) larile, bugünkü millet tarifine uygun büyük bir varlıktır.
Bütün tarihte ve hele zamanımızda böyle büyük bir oruğu bir usul halinde görmek pek azdır. Bu da Türkler için bir onurdur. Halbuki bugün Avrupanın büyük milletleri doğrudan doğruya bir oruğa mensup değillerdir. Başka başka orukların karışmasından hasıl olmuş bir karmaç (halita) dır.'12
Metinde, saf ırkı yücelten, başka ırklarla karışmamayı bir 'onur' olarak nitelendiren bir anlayış göze çarpıyor. Avrupalılar başka milletlerle karışmış olmaları nedeniyle eleştirilirken, Türkler gibi niteliği korunmuş bir ırka rastlamanın zorluğundan söz ediliyor. Türklerin de başka ırklarla karıştığı, ancak Avrupalılar gibi karmaç olmayıp karıştıkları ırkı yükselttikleri yönündeki iddia ise, 'üstün ırk' anlayışını vurgulama amacıyla yazılmış olsa da, çok net bir şekilde çelişkili.
Sonuç
Bütün bunlara bakılarak Kemalist rejimin altı prensibinden biri olan milliyetçiliğin ırkçı olmayan temeller üzerine inşa edildiğini söylemek epey zor. Onbinlerce insanın mezarının açılarak kafataslarının ölçülmüş olması ise, ırkçılığın (kelimenin tam anlamıyla) kafatasçılığa varmış olduğunun göstergesi olduğu kadar, cumhuriyet adına hareket etme iddiasında olan ekibin 'halka' ait olması gereken bu rejimi hangi sığ düşünceler üzerine inşa etmeye çalıştıklarını gösteriyor olması itibariyle de utanç verici.
Bu noktada, üstün ırk fantezisi üzerine kurulu milliyetçilik ilkesinin uygulamada ne gibi problemlere neden olduğu konusuna da değinmek gerekli.