Hemen her devrimin kendi değerlerini ve bu değerlerin hayata geçirildiği dönemi kutsayarak kendine özgü bir asr-ı saadet konsepti içinde sunmuş olduğu gerçeği, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yılları için de geçerli. Bu nedenle, 20. yüzyıl Türk tarihi resmi kalıpların dayattığı mitolojik sunumdan soyutlandığı ölçüde, kurgu ve gerçeklik arasındaki farklar da belirginlik kazanıyor.
Muzafferlerce yazılan 20. yüzyıl Türk tarihinin göz ardı edilmek istenen gerçekleri belirginlik kazandığında, çok da fazla ayırt edici niteliğe sahip olmayan, tipik bir güç paylaşımı ve dayatma tablosu ortaya çıkıyor. Yapılan değerlendirmelerde bilimsel anlamda herhangi bir hassasiyetin gösterilmeyip, olay ve şahısların hakim kılınmak istenen ideolojiye yakınlıkları ölçüsünde ele alınıp ona göre muamale gördükleri rahatlıkla söylenebilir. Söz konusu döneme ait olan onca olay teker teker derinlemesine incelemeye tabi tutulduğunda, (önceki yazılarda değinilen türden) korkunç hadise ve haksızlıklara rastlanması bu nedenle şaşırtıcı olmaz.
Ancak bu yazı dizisinin temel amacı, klasik bir yaklaşımla yakın dönem Türk tarihinde gerçekleşen olayları kronolojik olarak incelemek değil, Türkiye'de bireysel haklar konusunda günümüz itibariyle yaşanan sorunların çıkış noktalarına ışık tutmaya çalışmaktı. Zira bugün itibariyle Türkiye'de kronikleşmiş olan belli başlı sorunların her birinin Türk resmi ideolojisi ile yakından ilişkisi bulunuyor. Dahası, resmi ideoloji, normatif yapısı nedeniyle, bu sorunları sadece körükleyen değil, bireysel hakların söz konusu olduğu hemen her durumda sorunları bizzat üreten kaynak durumunda.
Türkiye'de Yakın Tarih ve Bireysel Haklar İlişkisi
Militer ve korporatist bir ideolojiyi Türkiye'de hakim kılma adına Cumhuriyet'in ilk yıllarında gerçekleştirilen uygulamalar bilinmeden, günümüzde bireysel haklar konusunda yaşanan aksaklıkların gerçek nedenlerini anlayabilmek ne yazık ki mümkün değil.
Ali Şükrü Bey'in başına gelenleri, meclis koridorlarında gezen beli tabancalı mutad zevatın nasıl insanlar olduklarını bilmeden, kurgulanan İlk Meclis konsepti ile gerçeği arasındaki farkın büyüklüğünü görebilmek mümkün değildir. Kars'ı kurtaran Halid Paşa'nın 1925 yılında mecliste vurulduğunu, sonra da meclisin arka odalarından birine atılarak tedaviden mahrum bırakıldığını ve paşanın günlerce can çekiştikten sonra orada öldüğünü bilmeden, cumhuriyetin mitleriyle örülü perdenin arkasını görebilmek mümkün değildir. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'na ve Kurtuluş Savaşı'nın diğer mimarlarına yapılanları bilmeden, Türkiye'yi 27 Mayıs'a ve Adnan Menderes'in idamına götüren nedenleri anlayabilmek mümkün değildir. 1930'larda ağır hava bombardımanı altında onbinlerce insanın öldürüldüğü Dersim ve Ağrı'da (ya da 1980 sonrasında Diyarbakır Askeri Cezaevi'nde) yaşananlar bilinmeden PKK ve Kürt sorununu anlayabilmek mümkün değildir. Mustafa Kemal'in daha 1919 yılında Mazhar Müfit Kansu'ya 'Örtünme kalkacak' dediğini bilmeden, halen yaşanan başörtüsü sorununun nedenlerini ve rejimin bu konudaki takıntısını anlayabilmek mümkün değildir. 1923 yılında Mustafa Kemal'in 'Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakkı yoktur' dediğini bilmeden, 1930 yılında dönemin adalet bakanının halka hitaben, '[B]u memleketin efendisi Türk'tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır.' dediğini bilmeden, okullarda çocuklara uzun yıllar boyunca millet/ulus kavramının başta 'ırk' ile ilgili olduğunun öğretildiğini bilmeden, çoğulcu Osmanlı toplumunun ardından Türkiye Cumhuriyeti'nde yaşanan ırkçılığı ve gayrimüslimlere yapılan saldırıları anlayabilmek mümkün değildir.
Gerek Kürt sorununun, gerek başörtüsü sorununun, gerekse gayrimüslimlere yönelik (yasal olan ve olmayan) ayrımcılık ve hak ihlallerinin üstesinden gelebilmek aslında elbette hiç de zor değil. Ancak asıl sorun, çözüm adına atılması gereken adımların Türk resmi ideolojisi ile çelişkili olması. Bu nedenle de, bireysel haklar merkezli sorunların çözümü adına gerçekleştirilen her ciddi girişim karşısında rejimin gösterdiği sert reaksiyoner tavır Türkiye'de huzurun sürdürülebilirliğini olanaksız kılıyor.
Sonuç
Türkiye'nin bireysel haklar konusundaki sorunlarının çözülebilmesi için, öncelikle, efsaneleştirilen tarihin gerçekçi bir düzleme oturtulması ve halktan gizlenen gerçeklerin açığa çıkarılarak, olay, şahıs ve kavramların makul bir seviyede ele alınması gerekiyor. Bu noktada bir diğer önemli konu ise, Türkiye'nin Batılılaşma serüveninin 1923 sonrasında yoktan varolmuşçasına değil, Lale Devri'ne kadar geri gidilerek bir süreç halinde incelenilmesi gereği. Çünkü Osmanlı-Türkiye şeklinde bir ayrıma gidilerek Türkiye ve Türkiye'nin Batılılaşması ile ilgili herşeyin ****** Devrimleri ile başladığını iddia etmek, sadece tarihin değil, bugünün dahi algılanmasını imkansız kılıyor. Zira, (sözgelimi) II. Mahmud'un kurduğu laik eğitim kurumları (Harbiye ve Tıbbiye) ve bu kurumlarda yetişen Mustafa Kemaller bir süreç halinde algılanmazsa, Türkiye'de 'herşeyi başlatan bir Mukaddim' etrafında bir lider kültünün oluşması kaçınılmaz olur. Bu külte iman edenler de, söz konusu Mukaddim'den öncesini sağlıklı bir şekilde algılayamazlar.
Bir lider kültüne sığınmak, bir insanı ve onun düşüncelerini tartışılmaz ya da sorgulanmaz kılmak ve hepsinden önemlisi, aradan onyıllar geçtikten ve söz konusu liderin ithal ettiği fikirler kendi menşe'lerinde dahi terk edildikten sonra o ideolojiyi hala resmi kılmakta ısrar etmek, elbette örneği sadece geri kalmış diktatörlüklerde görülen uygulamalar. Zaten Türkiye'nin bireysel haklar tarihine bakıldığında, ülkedeki uygulamaların, dünyanın her yerinde tecrübe edilmiş olan devrim-diktatürlük ilişkisinin en temel özelliklerini bire bir yansıttığı görülüyor. George Orwell, klasikleşmiş eseri 1984'te bu durumu şöyle ifade ediyor: 'Güç bir araç değildir, amaçtır. Bir insan, bir devrimi korumak için diktatörlük kurmaz; diktatörlüğü kurmak için devrim yapar. Eziyetin amacı eziyettir. İşkencenin amacı işkencedir. Gücün amacı güçtür.'
Orwell'in ifadesine, 'Endoktrinasyonun amacı da endoktrinasyondur.' şeklinde bir ekleme yapılabilir. Zira devrimin köhnedikten sonra dahi sürdürülebilir kılınması, ancak aralıksız kitlesel endoktrinasyon ile mümkün olabilir. Türkiye'de yakın tarihin gerçeklerinden tamamen bihaber olmasına rağmen resmi ideolojiyi ve onun sembollerini ölesiye savunan milyonlarca insanın bulunabiliyor olması da, zaten Cumhuriyet tarihine yaşıt olan ağır ve tektipleştirici endoktrinasyonun bir eseri. Bu nedenle de, post-Kemalist bir huzurlu Türkiye için, öncelikle okulları (Kürşat Bumin'in ifadesiyle) 'olgu ile kurgu arasında ayrım yapmayan / yapamayan insanlar yetiştirme sevdası'nda olan bu ideolojiden arındırmak gerekli.
[BİTTİ]