Mutlakiyetten meşrutiyete geçişle birlikte, bireysel haklar adına çok geniş ve önemli bir açılım gerçekleşmişti. Meşrutiyetten cumhuriyete geçiş de benzeri bir hamle olarak algılanmaya fazlasıyla müsait. Zira kavramların içerdikleri manalar, böyle bir algının doğmasını kolaylaştırıyor. Ancak Cumhuriyet döneminde yaşanan gelişmelere bakıldığında, bireysel haklar adına bir ilerlemenin değil, mutlakiyet rejimi uygulamalarına geri dönüşün yaşandığını görüyoruz.
İleri seviyede bir ırkçılığın devlet politikası olarak benimsendiği ve ırkı merkeze alan anlayışın kafatası ölçüm hesapları eşliğinde ders kitaplarına yansıdığı bu dönem, muasırı olan Avrupa faşist yönetimlerinden de etkilenerek tipik bir korporatist anlayış ortaya çıkardı. Auguste Comte'un pozitivizmi, Jean Jacques Rousseau'nun kollektivizmi ve Emile Durkheim'ın sosyoekonomik dayanışmacılığının izlerinin belirgin (ve belirleyici) olduğu bu anlayış, (doğal olarak) son derece çalkantılı (ve yer yer son derece kanlı) yılları da beraberinde getirdi.
'İnsanlara ait' olmaktan çok uzak olan bu korku rejiminin nasıl olup da halkın önemli bir kısmına 'res publica' olarak kabul ettirilebildiği konusu, döneme insan hakları ihlalleri kadar başarılı bir kitlesel endoktrinasyonun da damgasını vurduğu anlamına geliyor.
Cumhuriyet Döneminde Devr-i Sabık Kurgusu
Kendisinden önceki idareyi deviren bir yönetimin kendi meşruiyetini ifade ve temin adına bir devr-i sabık kurgulamasını ve ülkede bu algıyı hakim kılmaya çalışmasını anlamak zor değil. II. Meşrutiyet'in ilan edilmesinin ardından II. Abdülhamid dönemi için, istibdat eksenli, indirgemeci bir devr-i sabık kurgulanması da elbette bu tür kaygılardan hareketle gerçekleştirilmişti.
Ancak 1923 sonrasında, II. Meşrutiyet dönemindekine oranla çok daha normatif ve kuşatıcı bir geçmiş algısı karşımıza çıkıyor. 'Padişah nefreti' ve 'Osmanlı Devleti'nin genellenmesi' vurgularının ön planda olduğu bu kurgu, yeni dönemin düşünce yapısı konusunda da fikir verici mahiyette:
'Eskiden milletimizin başında padişah denilen adamlar vardı. Bunlar, milleti düşünmezler, hep kendi zevklerini düşünürler, ve milleti bir esir sürüsü sayarlardı. Avrupa'da yeni fikirlere, yeni esaslara göre hükümetler kurulmuştu. Halbuki bizde, ne zaman bir yenilik hareketi başlasa, hemen eski kafalı, mutaassıp adamlar ortaya çıkarlardı. Bu yeniliğin fena olduğuna ahaliyi, köylüleri kandırılardı.
Milletimiz senelerce padişahların zulmü altında inledi. Nihayet bundan 60 sene kadar önce, Aptülhamit zamanında, hürriyet ilan edildi; ve ilk millet meclisi açıldı. Fakat az bir zaman sonra Aptülhamit bu meclisi kapattı. Memleketi gene bildiği gibi inlete inlete idare etti.
1908 senesinde bir inkılap yapıldı. Yeniden hürriyet ve meşrutiyet ilan olundu. Millet Meclisi açıldı. Fakat gene başta padişahlar vardı; ve bunlar milleti ezmek için fırsat bekliyorlardı.'1
Padişahlar hakkında nefret uyandıran bu tür metinlerde 'milleti ezmek için fırsat bekleme' gibi sadistçe davranışlara herhangi bir gerekçe de getirilmeyerek, padişahlar, 'kötülüğü yapıları gereği içinde barındıran' kimseler olarak sunuluyor. 'Kötü padişahları' kovan 'iyi cumhuriyet' de böylelikle kendi kıymetini geçmişin kötülüğünden menkul olarak ifade etme ve meşruiyetini geçmişin kötülüğüne dayandırma yoluna gidiyor.
Hal böyle olunca, Osmanlı Devleti'nin genellenmesi de kaçınılmaz oluyor. Zira kimi padişahların ya da (meşrutiyet gibi) kimi dönemlerin iyi olarak sunulmaları durumunda, 'Osmanlı çerçevesi içerisinde kalarak da iyi/özgür olunabilmiş olduğunun' kolaylıkla fark edileceği açık. 'Osmanlı Devleti'nde de düşünce ve ifade özgürlüğünün yaşanmış olduğu' konusundaki farkındalığın, cumhuriyetin 'mukayeseli özgürlüğü' konusunu gündeme getirecek olmasının da, görsel yenilikleri özgürlük olarak lanse eden yeni bir rejimi doğmadan öldüreceği malum.
Zihinlerde bu türden değerlendirmeler yapılmasına meydan vermemek için Osmanlı Devleti'nin bir bütün olarak ele alınıp öylece tanımlanması ve özellikle Lale Devri ya da II. Meşrutiyet gibi farklı özellikleriyle öne çıkan dönemlerin, kurgulanan Osmanlı algısına uygun gelecek şekilde ortalanması şarttı. Buradan hareketle, Lale Devri'nin zevk ü sefaya, II. Meşrutiyet'in de, padişahların 'milleti ezmek için fırsat bekl[ediği]' bir döneme indirgenmesi zorunluydu.
Osmanlı öncesi Türk tarihinin ön plana çıkartılması bu açıdan çok önemliydi. Zira Orta Asya vurgusu güçlendirilerek köken ve aidiyet hissinin Osmanlılıktan, Türklüğe kaydırılması mümkün oldu.
Siyasal Bilimler Profesörü Füsun Üstel'in, 'Osmanlı'yı paranteze almak' olarak nitelendirdiği bu kopuk tarih anlatımı 'doğrultusunda Mete, ilk ve en büyük Türk kahramanı konumuna yükselirken, tarihteki en erken demokrasi uygulamaları eski Türk hakanlarına dayandırılır. Böylece eski Türk hakanlıklarının "demokrasi" kurum ve uygulamaları, Osmanlı Devleti'nin istibdat yönetimini paranteze alır ve Türkleri bu yönüyle de medeni bir ulus kılar. Osmanlı geçmişini parantez içine alan bu yaklaşım en açık biçimiyle, "Bereket versin idare-i cumhuriye eski ve çürük saltanat binasının yerine küçük, fakat sağlam bir devlet esası kurdu'2 ifadesinde ortaya çıkar.'3,4
Türk kimliğinin öne çıkarılması, reddedilen çokkültürlü yapının ardından, milliyetçi bir bakışın hakim kılınmasına da yardımcı oldu. Bu bakış, aslında sadece Orta Asya'yı değil, Anadolu ve Mezopotamya'yı da içine alan, Türkleri tarihin başlangıcına yerleştiren yeni bir ırkçılığın da doğuşu anlamına geliyordu.
1 Mithat Sadullah. (1934-1935). Yeni Yurt Bilgisi, Sınıf 3. İstanbul:Türk Kitapçılığı L. Şirketi. 89-90
2 Ali Kami. (1927-1928). Yurd Bilgisi, İlkmektep Dördüncü Sınıf. İstanbul: Kitaphane-i Hilmi. 15
3 Üstel, Füsun. (2005). “Makbul Vatandaş”ın Peşinde: II. Meşrutiyetten Bugüne Vatandaşlık Eğitimi (İkinci baskı.). İstanbul:İletişim Yayınları. 167-168
4 Ders kitabındaki ifade üslubunun önceki bölümde alıntılanan II. Meşrutiyet dönemi ders kitabınınki ile tamamen aynı doğrultuda olması dikkat çekici: 'Kanun-u Esasi ilan edilmese idi, hükümetimiz şimdiye kadar batar, milletimiz başka milletlere esir olurdu. Çünkü hükümetin fena idaresi yüzünden Avrupa hükümetleri mazallah memleketimizi taksime karar vermişlerdi. Bereket versin meşrutiyeti ilan ettik de bu felaketten kurtulduk.'