Türk resmi ideolojisinin milliyetçilik ilkesi, rejimin konformist ve entegralist hassasiyetlerinin de tesiriyle, herkesin 'eşit' olduğunu vurgulamak yerine, herkesin 'Türk' olduğunu ön plana çıkardı. Ancak belirtmek gerekir ki, bu yaklaşım çerçevesinde, Türk olma konusuna ırki bir önkoşul konmuyor ve kendini Türk olarak tanımlayan herkes (bir tehdit olarak algılanan gayrimüslim nüfus haricinde) herhangi bir sınırlanmaya maruz bırakılmadan Türk kabul ediliyordu. Bu uygulamayı, farklı1 yapısı nedeniyle diğer ırkçı uygulamalardan ayırt edebilmek için, 'Türklükte eşitlik' (ya da 'Türklükte eşitlenme') olarak nitelendirmek de mümkün.
Farklı bir ırka mensup olduğunu düşünen bir insanın, Türklerle herhangi bir alıp veremediği olmasa bile, sırf 'devlet öyle istedi' diye durup dururken kendini Türk olarak tanımlamaya başlamayacağı açık.
Bu nedenle de, Türklere muhalif olmamakla birlikte kendilerini Türk olarak tanımlamayan ve yüzyıllardır adem-i merkeziyetçi Osmanlı Devleti sınırları içerisinde kendi özerk idarelerinde yaşamış bulunan kimi gruplar, (doğal olarak) milliyetçi/merkeziyetçi uygulamaları benimsemediler.
Kürt Milliyetçiliğinin Doğuşu
Halifeliğin kaldırılmasına bir tepki olarak başgösteren, bir başka deyişle, etnik değil, dini bir yapıya sahip olan Şeyh Said İsyanı ile birlikte Ankara'nın Kürtlere bakışının değiştiği, karşılıklı yapılan hatalarla birlikte sorunun giderek büyüdüğü söylenebilir.
Doğudaki pek çok şeyh, aşiret ve boy, Şeyh Said İsyanı'na katılmamış, dahası, telgraflar çekerek Ankara'ya bağlılıklarını bildirmişlerdi. Ancak isyan bastırıldıktan sonra sadece isyan edenler değil, ******'e bağlılıklarını bildirenler de cezalandırılınca tepki büyümüştü.2
Şeyh Said İsyanı'nın başlamasının ardından yürürlüğe konan Takrir-i Sükun Kanunu ile birlikte, bir tür sıkıyönetime geçildi. 'Bu dönemde, Kürtçe ve Kürt kültürüne dayalı her türlü simge ve ifade yasaklandı. Ve Kürtleri "aslında Türk" olduklarına ikna etmeye yönelik uzun bir siyasetin startı verildi.'3 Pek çok Kürt zorla göç ettirildi. Ancak göçe zorlananların bir kısmı dağa çıktı, bir kısmı ise Suriye, Irak ve İran'a göçerek oradaki Türkiye karşıtı örgütlere katıldı.4 Şeyh Said İsyanı esnasında son derece zayıf olan Kürt milliyetçiliği, bütün bu yaşananlar sonucunda, sürekli kaşınmış olması nedeniyle (doğal olarak) giderek güçlendi.
Araştırmacı Mustafa Akyol, 'Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek' adlı kitabında, Kürt aydın Canip Yıldırım'ın, Tek Parti Dönemi'nde, 'Vatandaş Türkçe Konuş!' kampanyası çerçevesinde gerçekleştirilen uygulamalar konusundaki sözlerini alıntılıyor. Akyol'un, PKK'yı eleştirmekten çekinmeyen ve 'Türk ve Kürt halkları asla birbirinden ayrılmaz' diyebilen bir aydın olduğunu belirttiği Canip Yıldırım, o yılları şöyle anlatıyor:
Hatta öyle ki, yaşlı köylülere bile Türkçe öğretmeye kalkıyorlar. Türkçe konuşamayanlara para cezası verildiği yıllar. Bu işi belediyenin zabıta memurları yapıyorlardı, öyle bir hız verdiler ki bu işe, artık köylü şehre gelmemeye başladı, üretim durdu. Diyarbakır'ın kenarında yakın köyler var, Şılbe, Şeyh Kend, Ali Pınar, Zoğe, fakir köyler. Bunlar maişetlerini sağlamak için yoğurdu ayran yapar, kaymağını, tereyağını ayırırlar, kışa saklarlar, bu ayranı getirirlerdi eşek sırtında, sokaklarda bağırırlardı, 'Hayde dev hayde dev' (hadi ayrana gel, hadi ayrana gel) diye. Tabii Diyarbakır'da kışın yorgansız, yazın ayransız olmazdı. Herkes bu ayrancılardan bir kuşhana (tencere), bir kuşhana daha ayran alırdı...
Belediyenin zabıtaları bunları alır götürürlerdi, haydi bakalım para cezası. Onun için kimse gelmemeye başladı. Köylü satmak için değil, ancak kendisinin [tüketebileceği] kadar ürün üretmeye başladı.5
Kürt İsyanları ve Ankara'nın Tepkisi
Şeyh Said İsyanı sonrasında yaşananların ardından Kürt isyanları birbirini izledi. ******'ün ölümüne dek Kürt ayaklanmasının yaşanmadığı tek bir yıl bile olmadı.6 Dahası, bu isyanlar, çok geniş halk kitlelerinin katılımıyla, çok geniş bir alana yayılarak büyüyordu. Bitlis, Van, Ağrı ve Botan bölgelerine yayılan isyan, '45000 kişilik bir ordu gücü kullanılarak bastırılabildi. 12 Temmuz'da, 15000 askerin, ağır topların ve savaş uçaklarının katıldığı bir meydan savaşı yaşandı.'7
16 Temmuz 1930 tarihli Cumhuriyet gazetesi, 'Ağrı Dağı Harekatı bu hafta başlıyor' başlığıyla duyurduğu gelişmeleri şöyle aktarıyor:
Ağrı Dağı tepelerinde kovuklara iltica eden 1500 kadar şaki kalmıştır. Tayyarelerimiz şakiler üzerine çok şiddetli bombardıman ediyorlar. Ağrı Dağı daimi olarak infilak ve ateş içinde inlemektedir. Türk'ün demir kartalları asilerin hesabını temizlemektedir. Eşkiyaya iltica eden köyler tamamen yakılmaktadır. Zilan harekatında imha edilenlerin sayısı 15.000 kadardır. Zilan Deresi, ağzına kadar ceset dolmuştur... Bu hafta içinde Ağrı Dağı tenkil harekatına başlanacaktır. Kumandan Salih Paşa, bizzat Ağrı Dağı'nda tarama harekatına başlayacaktır. Bundan kurtulma imkanı tasavvur edilemez.
Cumhuriyet'le başlangıçta problemi bulunmayan Kürtlerin Şeyh Said İsyanı'ndan sonra genellenmeleri ve kendilerine sürekli yasaklarla, sürgünlerle ve şiddetle muamele edilmesi, milliyetçilik ilkesinin konformist yapısı kadar, rejimin militarist ruhu ile de ilgiliydi. Mustafa Akyol'un, o dönemde yayınlanmakta olan Hakimiyet-i Milliye gazetesinden yaptığı bir alıntı, söz konusu militarist zihniyetin bir yansımasını çok net bir şekilde ortaya koyuyor:
İnkılabımızı yaşatmak, istiklalimizi muhafaza, haricin tecavüzlerini karşılamak ve kuvvetlendirmek mecburiyetindeyiz. Unutmamalıyız ki siyasette merhamet yoktur. Kuvvet ve menfaat vardır. Ve nihayet, kuvvetin celbedeceği hürmet ve muhabbet vardır.8 (vurgu eklendi)
Siyasette merhametin olmaması bir yana, vatandaşın devlet yönetimine hürmet ve sevgisinin kaba kuvvetle temin edileceğini ifade eden bu cümleler, o dönemde nasıl bir siyasi ortamın hakim olduğu konusunda fikir verici mahiyette.
Kendi doğru bildiği tektipleşmeyi gerçekleştirme adına halkın üstüne bombalar yağdırmakta, köyleri yakmakta bir mahzur görmeyen militarist zihniyetin acımasızlığının vardığı noktalara, 1937 Dersim İsyanı'na devletin verdiği tepkiler örnek olabilir.
Dersim İsyanı
Yaşanılan korkunç olaylar nedeniyle adı daha sonra 'Tunceli' olarak değiştirilen Dersim, Osmanlı Devleti'nin ilk dönemlerinden bu yana özerk bir yönetime sahipti. Ancak değişimin hızlandığı ve merkeziyetçiliğin arttığı Tanzimat Devri'nden itibaren bu yapı her değiştirilmek istendiğinde, Dersim halkı buna direnç gösterdi.
Cumhuriyet döneminde de özerk yapısını sürdürmek isteyen Dersim halkı, askerlik hizmetine katılmaya ve vergi vermeye de karşı çıktı. 1930'larda devletin Dersim'deki (şehri yönetmek üzere askeri vali atama gibi) uygulamalarına karşı bir dizi isyan yaşandı.
21 Mart 1937 tarihinde Seyyid Rıza önderliğinde başlayan büyük isyan ise, 1938 yılının Ekim ayına kadar bastırılamadı.
Cumhuriyet gazetesi, gelişmeleri, 25 Haziran 1937 tarihli nüshasında, 'Tayyarelerimiz, şakilerin son sığınaklarını da bombaladı', 27 Haziran 1937 tarihli nüshasında ise, 'Tayyare filolarımız kaçmak isteyen şakileri şiddetle bombalıyor.' şeklinde duyurdu.
Operasyonlarda toplam 50000 asker ve 40 savaş uçağı kullanıldı.9 Yoğun bombardıman ve şiddetli kara saldırılarıyla onbinlerce Kürt öldürüldü. Dünya'nın ilk kadın savaş uçağı pilotu olan Sabiha Gökçen de, (******'ün özel izniyle) Dersim'i ilk bombalayan pilotlar arasındaydı. (1,2)
Dersimlilerin o dönemde yaşananları bugün 'soykırım' olarak nitelendiriyor olmaları pek makul değilse de, onları böyle düşünmeye iten nedenler de yok değil.
Dersim'de yaşananların canlı şahitlerinden Albay Hulusi Yahyagil, yaşadıklarını anlatırken şunları söylüyor: '1938'de bizi Dersim isyanını önlemeye ve bastırmaya memur etmişlerdi. Bize verilen emir ise tek kelime idi: 'İmha!' 'Canlı bir şey bırakmayınız; genç-ihtiyar, çocuk-kadın ve saire.''10
Necip Fazıl Kısakürek'in, bir kitabının 'Doğu Faciası' adlı bölümünde yer alan şu cümleler de aynı doğrultuda:
Mazgirt Tersemek nahiyesinin halkı doğranmakta... Merhamet sahiplerinden biri, birle on yaşı arasında 20 kadar çocuğu alıp bir derenin içine saklamıştır. Vaziyet birden haber alınıyor.
Çocukların öldürülmeleri emri veriliyor. Fakat bu emri yerine getirebilecek kimse zuhur edemiyor. En katı yürekliler bile, böyle müdafaasız masumlara silah kullanamayacaklarını söylemeye mecbur kalıyorlar. Tecrübe birkaç akamete uğruyor ve hayli sıkıntı mevzuu oluyor. Nihayet, en kara yüzlü çingeneden daha karanlık suratlı bir adam bulunuyor ve dere içinde titreşe titreşe bekleyen 20 masumun işi bitiriliyor.
Murat suyunun kandan kıpkızıl aktığını görenler olmuştur.11
Aynı kitapta başka korkunç örnekler de var:
Elazığ Ortaokulu'nda okuyan iki çocuk... Tatili geçirmek üzere memleketleri olan Hozat'a geliyorlar ve facianın tam üstüne düşüyorlar. Hozat yakınlarındaki köylerine geldikleri zaman babaları Yusuf Cemil'in öldürtülmüş olduğunu öğreniyorlar ve ağlamaya başlıyorlar.
Onlara şu karşılık veriliyor:
"- Sizi de onun yanına götüreceğiz!"
Çocuklar odadan sürükletilerek çıkartılıyor ve jandarma muhafazasında gittikleri yolda süngületiliyorlar. Böylece babalarının yanına gönderilmişlerdir.
Her evi ayrı ayrı tutuşturulduktan sonra dört bir etrafı ayrıca çalı çırpı içine alınıp alev alev yakılan bir köyden, deli gibi bir adam çıkıp, çalı yığınları gerisinde manzarayı seyredenlere doğru ilerliyor ve haykırıyor:
"Durun, ben köy ahalisinden değilim! Muallimim! Müsaade edin, kendimi size isbat edeyim!"12
Köy öğretmeninin bu sözleri, öğretmenleri 'rejimin köydeki sözcüsü' olarak gören tek parti zihniyetiyle de uyum içerisindedir.13
Nefretin Nefret Doğurması
Militaristlerin zannettiğinin aksine, dünyanın her yerinde edinilen her tecrübe, şiddetin hürmet ve sevgi değil, nefret doğurduğunu, nefretin de yeni nefretlere gebe olduğunu ortaya koyuyor.
Zira militarist zihniyetin öfke ve nefreti de, Dersim İsyanı'nda onbinlerce insanın öldürülmesiyle dahi sona ermedi. Mustafa Akyol, Kürt milliyetçisi Naci Kutlay'ın, 'Kürtler' adlı kitabında, Dersim İsyanı'nın ardından bölgedeki Kürt çocuklarına Türkçe öğretmek üzere kurulan okullardan bahsederken, Kürt öğrencilerin bu okullarda bile insanca muamele görmediklerini söylediğini aktarıyor. Kutlay, bu okullarda görev yapan İstanbullu öğretmen Sıdıka Avar'ın şu anısını naklediyor:
Nöbetçiyim bir gün. Kalkma zilinin çalmasına daha yarım saat var. Aşağı katı bir dolaşmaya gittim. Şaşırdım doğrusu:
Büyük kızlar kalkmışlar, bir kısmı odun taşıyor, bir kısmı sobaları yakıyor, bir kısmı da mütalaa yapılan odunları temizliyor; erkek ve kadın hademeler de başlarında durmuş emir veriyorlar, fakat bu işler çok sessiz cereyan ediyor.
Bu durum hem şaşırtıcı hem üzücüydü. Kadın hademeye sordum:
- Bu işleri hademeler yapmazlar mı?
Sobayı üfleyen çocuk başını kaldırdı, gözleri dumandan yaş içindeydi. Kollarından odun yüküyle gelen iki kızcağız da kapıdan girmişti.
Hademe sinirli sinirli, sertçe söylendi:
- Helbet yapacaklar ya... Bunlar isyan eden Kürtlerin dölleri, dağ ayıları... 14
İstanbullu öğretmen Sıdıka Avar'ın anlattığı diğer olay ise, halka hakim olan bu bakışın, siyasi iktidardan yansıdığını gösterir mahiyette:
Okulumuz üç vilayetin valileri, Milli Eğitim müdürleri ve 4. Umum Müfettişliği tarafından ayrı ayrı teftiş edilirdi. Bakanlık müfettişleri de ayrı.
Bir gün Bingöl Valisi Sayın Şahinbaş gelmişti. Yatılı son sınıfa girdi. Kızlar saygı ve sevgi bakışlarıyla ayağa kalktılar. Vali Bey sordu:
- Kürt kızları mı bunlar?
Çocukların bakışlarındaki sevgi derhal değişti, değiştikçe de hainleşti.
- Tunceli'nin Türk kızları efendim.
Vali Bey devam ediyordu:
- Babalarınızın, dedelerinizin isyan ederek yaptığı hataları gördünüz, canlarıyla ödediler.
Ben sözünü kesmek isteğiyle;
- Aman efendim, bu çocukların babası değil, bunlar şerefli…
- Nasıl değil? Hepsi Kürt değil mi? Sizler böyle hareket ederseniz…
Sözünü kesmek için bir iki defa karıştıysam da o devam etti:
- Hükümet çok kuvvetlidir. Hepinizi yok eder!
- Beyefendiciğim, öbür sınıflara lütfen teşrif etmez misiniz? Çayınız da soğuyor… diye kapıyı açtım. Ondan sonra bir iki enstitü sınıfında ve müdür odasında ikramlarda bulundum, çalışmalarımızın hedeflerini anlatmaya uğraştım.
Yatılı üçlere gittim. Hepsi ağlıyordu. Gözyaşları arasında şu soruyu soruyorlardı:
- Neden bizi bu kadar suçlu görüyorlar?
- Neden "Kürt" diye hep hakaret ediyorlar?
- Neden Kürtleri gariplerden aşağı görüyorlar?
- Hani siz "hepimiz Türküz" diyordunuz?
Bu acı dolu soruların sonu gelmiyordu.15 (vurgular eklendi)
Aradan yıllar geçeçek, ancak kafatası avcısı Afet İnan'ın (ve diğerlerinin), 'kendilerine kürtlük fikri, çerkeslik fikri ve hatta lazlık fikri veya boşnaklık fikri propaganda edilmiş vatandaş ve milletdaşlarımız'16 şeklinde ifadeler yüklü kitapları basılmaya devam edecekti:
Bu eser, Doğu Anadolu’da oturan, Türkçeye benzemeyen bir dil konuştukları için kendilerini Türk’ten ayrı sayan, bilgisizliğimiz yüzünden bizim de öyle sandığımız vatandaşlarımızın su katılmamış Türk olduklarını bir defa daha ispat etmektedir. Hem de inkarına imkan bırakmayan ilmi deliller ile...
Dünya üzerinde "Kürt" diye adlandırılabilecek müstakil hüviyetli bir ırk yoktur… Aslı astarı olmayan propagandalara kanmış, aldanmış, neticede yollarını şaşırmış Doğu Türklerinin kendilerini aydınlığa çıkaracak bu kitabı dikkatle okumaları, can evine çekilip derin derin düşünmeleri lazımdır.17
1 Anadolu gibi onca uygarlığın gelip geçtiği topraklarda sadece %100 Türk olan insanları vatandaş kabul etmenin işlevsel olmaktan uzak olacağı açık. Bu noktada, bir yandan Türklüğü 'kabul' ya da 'varsayım' ile tanımlarken, diğer yandan ders kitaplarında Türk ırkını 'üstün ırk' olarak tanımlamanın fazlasıyla çelişkili olduğunu da hatırlamak gerekli.