1925 yılında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kapatılmasıyla birlikte güçlenen Tek Parti-Tek Adam anlayışı, 1930 yılında gerçekleştirilen 'demokrasi deneyi'nin beklenmedik sonuçlarıyla birlikte yeni bir açılım kazandı. Zira, zahiren çok partili gibi görünüp gerçekte güdümlü olarak işleyecek olan bir sistemin sürdürülemeyeceğini gören CHF yönetimi, Serbest Fırka'nın kapatılmasının ardından, tek parti sistemini ve hatta tek adam anlayışını yücelten söylemini güçlendirdi.
1931 yılı, partinin ideolojisinin tam anlamıyla ortaya çıktığı yıl oldu. Öncekilere göre daha detaylı bir parti programının ortaya konmasıyla Altı Ok konsepti tamamlandı. Bir sonraki 1935 yılı programında kayda değer herhangi bir değişiklik olmadıysa da, partinin prensipler bütününe 'Kamalizm'1 adı verildiği ilk kez orada ifade edildi. Ancak Kamalizm prensiplerinin 'sadece birkaç yıl için değil, geleceği de kapsa[dığının]'2 belirtildiği parti programı, böylelikle totaliterleşme eğilimlerini de açığa çıkardı.
Ancak parti, bütün bu problemli yaklaşımlarına rağmen, demokrasi kavramını inkar eden bir tavır almayıp, tarihteki hemen her otoriteryen idarenin yaptığı gibi, gün itibariyle olumlu addedilen kavramları uygun bir retorikle kendi hesabına sahiplendi. 8 Mayıs 1935 tarihinde, devlet radyosundan yeni parti programı konusunda açıklama yapan CHP Genel Sekreteri Recep Peker, partinin demokrasi konusuna yaklaşımını şu cümlelerle ifade ediyordu:
'Biz liberal devlet tipinin tanıttığı, hergün bir karışıklıkla devletin durumunu, ileri gidişini, hızını bozan, yurtddaşları birbirine düşüren bütün geri ve fena tohumların yeşermesine yol açan nizam ve birlik düşmanı klasik demokrasi yerine yurddaş zekasının beslenip açılmasına da yol veren sevgiye ve inana dayanan disiplinli bir beraberliği üstün sayıyoruz. Parti çalışmalarımızda hakiki anlamında en ileri demokratik yollardan yürüyoruz.'3 (vurgu eklendi)
Peker, konuşmasında ilk önce demokrasi kavramını klasik olan ve olmayan şeklinde ikiye ayırdıktan sonra, klasik demokrasiyi (diğer olumsuz sıfatlarının yanı sıra) 'nizam ve birlik düşmanı' olarak nitelendiriyor. Ardından da, partinin anlayışını, klasik demokrasiye tezat teşkil edecek şekilde, 'sevgiye ve inana dayanan disiplinli bir beraberli[k]' olarak tanımlıyor. CHP'nin pek çok yerde yaptığı 'sevgi', 'düzen' ve 'ilerleme' vurgusu, aslında parti ileri gelenlerinin etkilendikleri pozitivist ideolojinin, 'İlke olarak sevgi, esas olarak düzen, amaç olarak ilerleme' şeklindeki temel sloganının tipik bir yansımasıydı. Ancak Peker bu noktada durmayıp, partinin tuttuğu bu 'disiplinli' yolun 'hakiki' demokrasi olduğunu da iddia ediyor. Özünde onca kötülük barındırdığı iddia edilen 'demokrasi' anlayışının nasıl olup da partinin elinde 'hakiki' ve 'en ileri' gibi sıfatlarla anılacak bir çizgiye vardırıldığı konusu elbette bu noktada anlamsızlaşıyor. Zira burada yapılan politika teorisyenliği değil, tipik bir kelime oyunu.
Peker, CHP'nin kendi amaçlarına uygun gelecek şekilde yeniden tanımladığı demokrasi kavramı ile seçimler konusunu da şu şekilde ilişkilendiriyor:
'Türkiye'de intihab iki dereceli olacaktır. … Bir yurddaşı hiç tanımadığı, bilmediği ufuktan gelmiş bir ses üzerine, bir isim üzerine evet, hayır demeğe sevkediş mi daha demokratiktir, yoksa şahsını tanıdığı ikinci kademede insanlar seçip de onlara (biz size güveniyoruz, reyimizi veriyoruz, siz de adımıza olarak güvendiklerinize verin onlar Kamutaya gitsin) demek mi daha iyidir?'4
CHP'nin kendinden menkul 'demokratik seçim' argümanı, ne yazık ki, Peker'in anlattığı kadar olsun demokratik(!) değildi. Zira, tek parti döneminde gerçekleştirilen seçimlerde, halk zaten kendi istediği kişileri değil, partinin belirlediği tek adayı seçmek durumundaydı. Yani Peker'in sadece demokrasi anlayışı değil, vakaları nakledişi de problemli.
Hem kavramlarla hem de gerçeklerle bu şekilde oynayarak kendi meşruiyetini temin etmeye çalışan CHP, iktidarda bulunduğu yıllar boyunca, Tek Parti-Tek Adam anlayışını yeni nesillere benimsetme adına ülke çapındaki eğitim kurumlarını da partinin bir propaganda aracı olarak kullandı. O dönemde yetişen öğrenciler, çok partili hayatın 'karışıklık' anlamına geldiğini, 'bütün milleti halk diye bağrına basan' Cumhuriyet Halk Partisi'nin ise, altı oku kendilerine bağışlayan(!) kurum olduğunu öğrendiler. 1939 yılına ait bir ilkokul ders kitabındaki kimi ifadeler, o dönemde öğrencilerden sadece Tek Parti'ye değil, Tek Adam'lara da azami bağlılığın telkin edildiğini gösteriyor:
'Bazı memleketlerde birkaç siyasal parti vardır. Bunların her birisi millet işlerinin başka başka yollarda yürütülmesini dilerler. Her bir parti, kendi dileğinin önde tutulmasını istediğinden, bu memleketlerde millet hayatının düzen ve gidişi de zaman zaman bozulur, karışıklıklar meydana gelir.
Bu gün bizim tek bir partimiz vardır: Yalnız halk için kurulmuş olan ve bütün milleti halk diye bağrına basan bu parti, hepimizin malı olan Cumhuriyet Halk Partisi dir. Bizi bugünkü eşsiz millet haline getiren, canımız kadar sevgili altı oku bize bağışlayan odur. ...
Çocuklar! Ta köylere mahallelere kadar yayılan Cumhuriyet Halk Partisi, halkın dileği, halkın düşüncesi demektir. Halk Partisi, Türk halk ve milletinin öz malıdır. … Halk Partisine candan bağlıyız.
Cumhuriyet hükümeti kurulduğu günden beri hep Halk Partisinin temel prensiplerile çalıştı. … Onu kuran Ebedi Şefe, onu bugün milletle birlikte yürüten Milli Şef ve değişmez Genel Başkan İnönü'ne sonsuz sevgi ve yürekten bağlılık duyuyoruz.'5
'Hakimiyet Devletindir'
Devletin parti, partinin de lider ile iç içe geçerek aynılaştığı tek parti rejimi, bu yapısı itibariyle doğal olarak devlet-millet ilişkisinin seyrini akla getiriyor. 1943 yılında, CHP'nin 20. kuruluş yıldönümü nedeniyle basılan broşürde, devlet içinde yetkinin bir kişiye mi yoksa camiaya mı ait olması gerektiği sorusuna yanıt aranıyor. Böyle bir sorunun sorulabilmiş olması dahi hakim olan rejimin niteliği hakkında elbette fazlasıyla fikir verebilecek mahiyette. Ancak, verilen yanıtta 'Hakimiyet Milletindir' ilkesine artık gerek kalmadığının iddia edilmesi, dahası, bu argümanın 'Devir yürümüştür', 'Bir milletin hayatı kalıplanmış formüller içinde hapsedilemez' gibi içi boş ve tumturaklı ifadeler kullanılarak savunulmuş olması, tek parti rejiminin vardığı ibret verici noktaları göz önüne seriyor olması itibariyle çok önemli:
'Şimdi sözümüzü bitirmeden önce izah etmemiz lazım gelen bir nokta kalıyor: Devlet içinde salahiyet bir kişinin mi yoksa camianın mıdır? Hakimiyet Milletindir cümlesi bu meseleyi halletmiş gibi gözükür, fakat yakın bir tetkik bu ifadenin günün şeniyetine [gerçeklerine] uygun olmadığını anlamak için kafidir. Devir yürümüştür. Devirle beraber devlet de yürümüştür. Bir milletin hayatı kalıplanmış formüller içinde hapsedilemez. Millet devletten ayrı bir mefhum ise hakimiyet ne yalnız devletin ne de yalnız milletin olabilir. Osmanlı İmparatorluğu devrinde "hakimiyet devletindir" diye bir söz söylenmiş olabilirdi. Koca memleketi babasının çiftliği gibi kullanan bir padişah için "devlet benim" demek elbette mümkündür. Bu iddiaya karşı bir tepki teşkil eden büyük Türk ihtilali "Hakimiyet Milletindir" diye haykırmakta yerden göğe haklı idi. Fakat bugün başımızda ne budala bir padişah, ne de eli kanlı bir Sezar var. Demek oluyor ki bugün milleti devlete zıt bir mefhum gibi öne sürmek bilhassa biz Türkler için yanlıştır.'6
Bilindik bir üslupla yapılan padişah göndermeleri ile tek parti rejiminin uygulamalarına meşruiyet aranırken, Ebedi Şefli ya da Değişmez Başkanlı lider sisteminin uygulamada monarşiden monokrasiye geçişten başka hiçbir anlam ifade etmediği gözden kaçırılmak isteniyor. Dahası, halkın padişaha kul olmasına karşı çıktığını söyleyen tek parti rejimi, yazının devamında, kendi ortaya attığı şeflik kavramına padişahlığın da ötesinde anlamlar yükleyerek, halkı, 'baş' hükmünde olan şefin 'uzuvları' olarak tanımlıyor:
'Türk dehasının, içinden yetiştirdiği, Türk dehasının cisimlerinden bir çocuğu bugün milletin başındadır. Bizde fırka yoktur, fırka ayrılık, parti, parça ifade eder. Devlet denen salahiyetler bütünlüğünü şu veya bu vasıta ile ele geçirmek ve devlet iktidarını diğer gruplar aleyhine istismar etmek bahis mevzuu değildir. Bugün kendisine "Cumhuriyet Halk Partisi" yerine pek güzel "Cumhuriyet Halk Taazzuvu [Uzuvlaşması]" denebilecek olan teşekkül, milletin kendi mukadderatını bizzat idare edebilmek için kendine rehber seçtiği yurddaşlarının toplantısından ibarettir, ve elbette ki rehberlerin de bir rehberi vardır, ve o da en büyük Türk, ******'tür, ve bu aşağıdan yukarıya doğru, milletten devlet reisine müteveccih [yönelen] taazzuv teselsülü [uzuvlaşma silsilesi] devlet tezile millet antitezinin Türklük sentezi halinde tahakkukundan ibarettir. O halde Türk inkılabı ideolojisine göre devleti şu kısa cümle ile tarif mümkündür. "Devlet, Atası etrafında toplanan millettir."'7
Metnin başında sorulan, 'Yetki bir kişinin mi yoksa camianın mıdır' gibi talihsiz bir soruya, 'Devlet = ****** + Millet' şeklinde yanıt vermekten geri durmayan tek parti rejimi, bununla da yetinmeyip, milletin tamamını, artık hayatta olmayan bir insanın 'uzuvları' olarak tanımlayarak bu denklemi, 'Devlet = ****** + ******'ün Uzuvları' şekline dönüştürmeye kalkıyor. Bir tür zihinsel ve bedensel bağımlılığı çağrıştıran 'taazzuv' (uzuvlaşma) gibi son derece kaba ve mekanik bir ifade kullanılmak suretiyle de insanları robot yerine koymaktan da çekinilmiyor. Dahası, bütün bunlar, devrin değiştiğini ve dolayısıyla cumhuriyetin kurucu düsturu olan 'Hakimiyet Milletindir' ifadesinin artık gereksiz olduğunu ispatlama adına yapılıyor.
Çok partili hayatın bölünme anlamına geldiğini belirten metinde, CHP'nin bütün halkın partisi olduğu ve bu nedenle ayrılığa (yani muhalefete) gerek olmadığı iddiası alışıldık 'milli birlik ve beraberlik' çerçevesinde dile getiriliyor. Bütün bunlar, bir arada değerlendirildiğinde, tartışmanın 'Monarşi – Cumhuriyet' ekseninden çıkmış olduğu görülüyor. Zaten 'budala padişah' nitelendirmesinin karşısına 'Türk dehasının cisimlerinden bir çocuğu'nun çıkarılmış olmasından da yeni tartışmanın 'İyi Kral – Kötü Kral' zeminine oturmuş olduğu anlaşılıyor.
Diğer yandan, Tek Parti Dönemi literatüründe sıklıkla karşılaşıldığı gibi, burada da, son dönem Osmanlı'nın çok partili meşrutiyet dönemi görmezden gelinerek Osmanlı'nın tüm dönemleri eşitleniyor ve topyekün bir devr-i sabık olarak kurgulanıyor. Tek Parti Dönemi şeflerinin meşrutiyet dönemi padişahlarına oranla kıyas edilemeyecek ölçüde büyük bir otoriteye sahip oldukları gerçeği de bu şekilde gizleniyor.